Bir anlatı
En kadim çilecilerin yaşadığı bu topraklarda ‘ekmek’ kutsaldır. Hıristiyanlıkta İsa’nın eti olarak görülen ekmeğin bu topraklardaki kutsallığının çok daha önceye dayandığını görsek şaşırtıcı olmaz belki. Ama geçimi ve bedensel varlığın sürekliliğini, bir anlamda dünyevi olanı temsil etmesi beklenen ‘ekmek’, ruhani bir niteliğe bürünüveriyor. Bu çelişkiyi ve bu geçişi anlamak kolay değil.
Bugün ekmeğin kutsallığına özellikle işverenlerin ve devlet büyüklerinin vurgu yaptığını düşününce, çelişki daha da netleşiyor. Emeğimizi ve bedenimizi aklımız ve ruhumuzla birlikte satın alanlar, karşılığında olabildiğince asgari seviyeye çekilmiş dünyevi geçimimizi -yani aslında zaten bizim olanı- değil, uhrevi bir altın değerinde olan ‘ekmeğimizi’ veriyorlar sanki.
Ekmek, bize hükmeden bu kişilerle aramızdaki sözleşme oluveriyor: sadakat ve itaat sözleşmesi. Kutsal olduğu yetmezmiş gibi, bir kez daha kutsanıyor. Burada da kalmıyor, devlet büyüklerine veya işverenlere yönelmiş en küçük saygısızlık hainlikle damgalanıyor: ekmeğe, ekmek veren ele, ekmek yediğimiz kapıya ihanet. Alışkın olmayan birisi, kolaylıkla bir büyüğümüzün kapısında ekmek bekleyen bir kişiyi gözünde canlandırabilir. Bu kişiyi övüyor, “ekmek veren elin” kirini işaret edenleri hain ilan ediyoruz.
Barış için Akademisyenler bildirisi bir haftadan fazla bir süredir ülke gündeminden infilak yarattı. Olan biteni özetlemekten öte, daha en başa dönmekte fayda var aslında. Bildirinin hemen sonrasında, cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle söyledi: “Bugün de üstelik çoğu maaşını devletten alan, cebinde bu devletin kimliğini taşıyan sözde aydınların ihanetiyle karşı karşıyayız.” Böylece aydın kimliği üzerinden ekmek ve ihanet meselesi sorunsallaştırılmaya başlandı.
Barış İçin Akademisyenler, imza kampanyasının bu kadar çok ilgi toplayacağını, gündem olacağını ve devlet büyükleriyle fanatiklerden bu kadar ölçüsüz tepki göreceğini tahmin etmemiştir belki de. Ülkedeki barış yanlılarının refleksif tepkileri doğal olarak ifade özgürlüğünü savunmak ve aydın kimliğine vurgu yapmak oldu. Ne yazık ki ülkede artık herhangi bir kamusal tartışma muhaliflerin resmi ve paramiliter yollarla cezalandırılmaları riskini oluşturuyor. Bu sefer de YÖK’ün yönlendirmesiyle devlet ve vakıf üniversiteleri yönetimleri, Erdoğan’ın seslenmesiyle savcılıklar ve mafyatik fanatizm akademisyenleri çembere aldı.
Erdoğan’ın ifade ettiği şey ve aslında çemberin sınırını belirlediği yer üzerinden kolayca atlanmış olsa da bizim ısrarla özen göstermemizi gerektiriyor. Kutsal ekmek, bugün akademisyeni önce “sözde aydın” yapıyor, daha sonra işsizlikle terbiye edip aç kalmayı, “ekmek bulamamayı” ifade ediyor. Böylece ülkemizde aydının kutsallığı ile ekmeğin kutsallığı aynı anda, eş zamanlı olarak bir çözülme yaşıyor. Bu durum tarihin bir cilvesi değil.
Devletin en yüksek kademesi, aydına tarihsel rolünü biçerken, akademisyenin ekmekle ilişkisi üzerinden üniversitenin sınırını da çiziyor: tarihsel olarak bir toplumsal kesimi ifade eden aydın bir fantezi olarak kalmış, gerçekte de ücretli işçiye dönüşerek imha olmuştur. Aydın figürü, ya esas olarak, yani tarihsel olarak imlediği “devlet adamı” rolünü oynayacak, ya da akademinin ücretli işçilik sınırında, ekmek davasında terbiye edilecektir.
Buradaki ifadenin açığa vurduğu hakikat, tekrar etmek gerekirse, öyle kolayca üstünden atlanılacak cinsten değil. Akademisyen, aydın rolünün kendisine bahşettiği pozisyonu bırakarak “ekmek davası”nın imlediği kavgaya tutuşmalı, bunu da devletten hak olarak kazanmalıdır. Fikir ve ifade özgürlüğünün ekmek kavgasının bir meselesi haline gelmesi ancak bu kadar berrak bir biçimde ifade edilebilirdi.
Özerklik bildirisi
Öncelikle, Barış için Akademisyenler’in bildirisini bir “özerklik” bildirisi olarak görmek gerekir. “Devletin politikalarını desteklemiyorum”, “devletin suçuna ortak olmayacağım” ifadeleriyle özetleyebileceğimiz bu bildiri, nihayetinde devleti sorumlu davranmaya, yanlış yapmamaya çağıran, bir “aydın” bildirisi olarak düşünülebilir. “Suça ortak olmama” meselesi, meseleyi bir “devletin suçu” olarak kodlama, devletin halkla bağına müdahale ederek bir çeşit özerklik talep etme/kendini özerkleştirme olarak düşünülebilir.
Devletin de meseleyi “aydın” meselesi olarak konumlandırmasının belki de temel sebeplerinden biri budur. Barış İçin Akademisyenler bildirisi bu bağlamda tam olarak bir “aydın sorumluluğu” üretmekte, ancak aydınların devletin suçuna ortak olmayacağını ifade ederek, devletin mevcut konjonktüründe önemli bir politik etki yaratmaktadır. Bu etki, devletin genel toplum üzerindeki mevcut total hegemonyasına karşı verilebilecek ilk kestirme tepkilerden biri olarak “özerkleşmek” veya “özerklik ilanı”dır.
Akademisyenler kendi özerkliklerini ilan ederek topluma da bir “mesaj” vermek istediler. Ancak bu mesajı katmerlendiren devletin çeşitli kademelerinin bu mesajı muhattap alma biçimi oldu. Burada, total hegemonyanın içerisinde bir çatlak açılmasına devletin tahammül edemediği düşünülebilir. Bunun bir nebzeye kadar doğru olduğu da söylenebilir, zira devlet kademelerinin tepkisine karşı toplumun farklı kesimleri de hızlıca örgütlenerek akademisyenlerin çevresinde adeta bir blok oluşturdular. Toplumun bugüne kadar kendini örgütleyememe zayıflığı, hızlıca örgütlenen güçlü dayanışma refleksiyle gerçek bir barış bloğunun da temellerini atmış oldu.
Ancak mesele “aydın özerkliği” meselesi olarak görülüp, genel olarak bir çeşit “fikir ve vicdan özgürlüğü”, “düşünce özgürlüğü” gibi bağlamlarda düşünülmeye devam ettiğinde, devletin bu çatlağı kapama, en azından belirli haklar ve hüvviyetler, teknik davalar, hatta “ihanet davaları” olarak kriminalize etme gibi yöntemlerle geçiştirmesi, liberal haklar ve teknik bir kodlama içerisinde mesajın özünü ve ciddiyetini kendi yöntemleriyle yönetmesi görülebilir. Bu açıdan özerklik bildirisi, tam da özerkliğin en büyük handikapı olan “ilişki” mefhumunu geri çağırmak zorunda: toplumla nasıl ilişki kurulacak? Aydınların imha olan “aydın sorumluluğu”, başka hangi düzlemde kendisine yer bulacak, örgütlenecek? Velhasıl, devletin en yüksek kademelerinin ifade ettiği “ihanet” açıkça nerede gerçekleşiyor?
Bu sorulara aslında uzun zamandır cevap vermek gerekiyordu. Akademisyenleşen aydın figürü, ya kamusal çıkar için çalışan bilim insanı olacak ve akademinin onurunu kurtaracaktı, ya da kapitalizmin ücretli işçileri olarak think-tanklara, araştırma kurumlarına, bilim üretme merkezlerine dönüşecekti. Bu ikisi arasındaki gerilimi örgütleyecek kurum da bizzat üniversitenin kendisiydi.
Üniversite, kendi kamusal rolünü yeniden tarif etmek, sermaye tarafından ifade edilen reform ihtiyacına kamu ile kuracağı ilişki açısından cevap vermek durumundaydı. Devlet, soruyu kendi cephesinden yeniden formüle etti: (devletin) milleti cevap bekliyor: ihanet mi edeceksin, faydalı mı olacaksın? Millete mi (yani devlete mi?) çalışacaksın, yoksa devletin (yani milletin) gücünü zayıflatan özerklik, demokrasi, özgürlük gibi cephelerde milletin karşısına mı çıkacaksın? Hem milletin ekmeğini yiyecek, hem de (milletin) devletine ihanet mi edeceksin?
Kamusal çıkar
Devlet, akademisyeni hizaya sokarken işte bu soruların peşinden giderek akademisyeni işlevsiz kılmakta, uzun zamandır cevaplanmamış bu soruya yeni bir derinlik katmaktadır. Devlet, bir kez daha kamunun gerçek temsilcisinin kendisi olduğunu ilan ederek, kendisine karşı gelişen bir girişimi kamuya karşı gelişen bir girişim olarak göstermektedir.
Esasında, total hegemonyada ortaya çıkan çatlak tam da bu noktada gerçek bir yarık olma imkanı taşımaktadır. Eğer ki akademisyenler, yani genel olarak -bir kurum olarak, bir toplumsal birim olarak- üniversite kamusal çıkarı tanımlayabilir ve kendisinin de toplumsal bir faaliyet içinde, kamusal yarar ürettiğini topluma anlatabilirse, devletin milletinin algısını bozarak yeni bir toplumsal ilişkiyi mümkün kılabilir.
Bu açıdan, özerklik bildirisini hızlıca özerkleşmenin yarattığı çatlağı derinleştirmeye doğru bükmek gerekir. Akademisyenlerin Kürt hareketinin özerklik talebinin başaramadığı “ilişki” mefhumunu, tam da kendi özerklikleri için örgütlemek zorunluluğu ortaya çıktı. Bu ülkede barışın da, özgürlüğün de, ekmek davasının da gerçekten bir yarık içerisinden görünmesinin koşulu, özerkliği ilişkiye çevirmek, toplumu bir müşterek olarak örgütlemekte görünebilir.
Özerkliği güçlendirmek
Bugün akademisyenlerin karşısında olan en büyük hususlardan biri “işten atılma” ve “hapse atılma” meselesidir. Elbette, mayfatik fanatiklerin ölüm tehditlerinden sonra gelir. Ancak bu mesele, kamu veya vakıf üniversitesi fark etmeden bütün üniversitelerde güvencesizlik sınırını belirlemiş, ihanetin bedelini ekmek kavgası ile ilişkilendirmiştir. Peki, bunun karşısında üniversite ne yapabilir? Birbirinin karşısına konulamayacak kıymetli iki hat tarif edilebilir, ve bu iki hat mutlak suretle birbiriyle ilişkilendirilmek zorundadır.
İlki, üniversite mensuplarının farklı biçimlerde öz örgütlenmeleridir. Kooperatifler, vakıflar, dernekler... Kısacası, üniversite mensupları kendi “sandıklarını” örgütlemek, ekmek davasında dayanışmayı kurmak ve kendi yaşamlarının güvencesi için özörgütlenmek zorundadırlar. Bu, hem “hakiki” bir özerkliğin örgütlenmesi, hem de toplumsal bir modelin inşasıdır. Belki de böylece uzun zamandır işlevsizleşmiş sendikaların da tekrardan örgütlenmesi ve gelişmesine katkıda bulunulabilir.
İkincisi ise, “kamuyu geri almaktır”. Üniversiteler, kamusal faydanın ve bilginin üretildiği, kamu adına çalışan toplumsal kurumlardır. Bu kurumlar, toplumun tarihi, kültürü ve emeği üzerine inşa edilmiş, bu emeğin de topluma geri dönüşünü örgütleyen birimler olarak çalışır. Bu açıdan üniversiteleri terk etmek, üniversitelerden tamamen özerkleşmek mümkün değildir, olmamalıdır.
Ancak, üniversiteyi savunacak, üniversiteyi kamusal bir alan olarak tanımlayıp bir mücadele alanına çevirecek bir hat gerçekten çok daha kapsamlı bir üniversite kazanımıyla sonuçlanabilir. Üniversitenin, üniversitede üretilen emek ve bilginin gasp edilmesine karşı, üniversiteyi bir kamusal alan olarak örgütlemek, üniversiteyi geri almak, kamuyu geri almak anlamına gelebilir. Böylece üniversitelerin tarihi, barışın, demokrasinin ve emeğin tarihi olarak yeniden anlam kazanabilir. (UK/NV)